29 Nis 2014

33. İstanbul Film Festivali

Denk geldiğim kitlelerin bir jesti değilse bu, festivalin seyircileri de festivalin her yılında büyüyor; henüz iki üç sene evvel en ufak bir cesur şiddet aşırılığında veya zaman algısını ölçen minimalizmde akın akın filmi terk eden tahammülsüzlük, festivalden çekilmeye veya telefon-organından ve gösterim-sırası-dışavurumculuğundan feragat etmiş gibi.

Daha çok, başka bir yöntemle ulaşma ihtimalimin düşük olduğu filmlere yöneldiğim festivalin benim için doruk noktası, The Mill and The Cross kadar olmasa da meydan okuyan durağanlığı ve atıflarına rağmen şiirselliği tarafından sımsıkı kavrandığım Field of Dogs oldu; organ müziği ve kilise gölgesi altında, kültürel trajediyi karakterinin özeline yerleştiren Lech Majewski’nin filmi, hissedilerek kavranacak, beğeni yaşları döktüren bir eser.

Hissederek kavramayı anlamakta yardımcı olabilecek bir karşılaştırma: Öykü yapısını geri planda bırakarak sinematografi ve ses tasarımıyla “hissettirerek” kavratmayı deneyen Kumun Tadı, önemli bir şeyi unutmuş gibi görünüyor: (cümlelere dökülmesi gerekmeyen) Sözün, varlığını göstermesi. Tekniği ve imgelere bakışı, kendini “bizim toprakların” dayatmalarından kurtarmış olsa da, karakterlerin dile gelmeyen buhranlarının ulaşılamayan derinliği, filmin yanaşmaya çalıştığı stili yarı yolda bırakıyor.

Kendi yönetmenlerini ve akımlarını-kültürlerini oluşturma çabası gözlemlenebilen festival bu sene de, leb sindirilmeden leblebi akımı önermelerinin ortaya atıldığı Yunanistan’dan beslenmiş görünüyor. Kynodontas, Attenberg ve benzer birkaç diğerinin verdiği önizlenim yüzünden muhtemelen beklentileri karşılamamış olan Miss Violence, yavaş yavaş eskimeye başlayan aileiçi şiddet hikayelerinden birini, bu kez iktidarı nihayet teslim ettiği kadına da şiddetin cezbini anımsatarak meselesinin cinsiyet değil, iktidar olduğunu gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında, filmin aniden karar değiştirerek, genç kızın cinsel olarak kullanılmasını uzun uzun izlememize izin vermesi tutarsız değil –ancak gerekliliğine ikna olmak da zor olduğundan, bu eski hikayenin yeni olmaya çalışan bakışı zayıflıyor. Miss Violence, tıpkı festivaldeki bir diğer Yunanistan filmi “The Enemy Within”in (O ehthros mou) alışıldık bir “adaleti kendi elleriyle sağlama” öyküsü anlatarak yaptığı gibi, aile ve toplumun değerlerini sorguluyor ancak Giorgos Lanthimos ve Athina Rachel Tsangari gibi isimlerin yapısal olarak da sertliği tercih ettiği stilin izlerini taşımıyor.

Coğrafi yakınlıklarına rağmen bambaşka bir kültürde, Humus’ta bu sorgulamalar su yüzündeki çatışmalarla sıcağı sıcağına, geri çekilip bakan bir mesafe ile değil kendini cephesinin ortasına atmış bir kamerayla yapılıyor; Talal Derki The Return to Homs ile, üç yıl boyunca başta direnişin daha sonra savaşın bağrında, militan lideri karakteri Basset’i takip ediyor. Belgesel karşıt taraflara yaklaşmaktan çok, karakterlerinin özellerini ve bakışlarını yansıtıyor; karakterler bir yandan kayıplar verir ve sıkıştırıldıkları bölgelerde  mücadeleye devam etmenin yollarını ararken, diğer yanda yerle bir edilmiş evlerinde özdeşleştikleri eşyaları trajik gülümsemeler eşliğinde buluyorlar. Humus’a dönüş gerçekleşse bile, özlenen eve varmak zor gibi görünüyor.

Atıl İnaç’ın Daire'si ise başka bir anlamdaki bir eve dönüş hikayesi. Felsefe akademisyeni olan karakteri aracılığıyla “ölüme giden yolda” takılıp kaldığı bürokrasiyi trajikomediyle sorgulayan film, kasaba insanlarının Anadolik problemlerine ister istemez üstten bir bakış atarken tinsel varoluş problemi ve dünyevi bürokrasi sıkıntısı arasında önerme bulanıklığına düşerken, destek karakterini kahramanın katına çıkararak bir de odak problemi yaşıyor ve tıpkı Nietzche okuyan yılların akademisyeni karakterinin hâlâ “Tanrı”nın varlığını sorgulamasıyla verdiği gibi, kafası karışık bir izlenim veriyor. Çoğu, parlayıp sönen yerli girişimler gibi, uçak inmiyor olmasına rağmen memur çalıştırmaya devam eden havalimanı ve çalıştığı tiyatronun kapanmasıyla gassal olmaya çalışan inancı zayıf kadın gibi ironik öykü parçacıkları da sade bütünlüğün yokluğunda kaybolup gidiyor.

Ercan Kesal’ın James Gandolfini’yi andıran işçi karakteriyle, Sartre’ın benlik çözümlemelerini işçi sınıfına taşıyan Tayfun Pirselimoğlu, Ben O Değilim ile, bir fikrin doğru kalıplara konduğunda eskimişliğin kokusundan nasıl sıyrılacağını da gösteriyor. Sorgulamayı kendine ait görmüyor, karakterinin bakışını sınıfından soyutlamıyor; minimalizminden mizah çıkarmayı, önermesinin gerçeklik dengesini kurmayı sakince başarıyor.

“Ben O Değilim” tek durağan plânda gerçekleşen mizahi ve ironik özel yaşam aksiyonları ile bana Cristi Puiu’yu hatırlattı. En son “Aurora” ile uzun ve detaycı bir eğlence yaşamamı sağlayan yönetmen bu kez bir ‘geçiş’ filmiyle, Trois exercices d'interprétation (Üç Oyunculuk Egzersizi) ile festivaldeydi ancak bu uyarlama-egzersizde başta oyuncular serbestlikle salınıyor gibi görünse de, bir bütünlüğün elden bırakılmadığı ikinci perde ile anlaşılıyor. Oyuncu ve diyalog-tabanlılığına rağmen, Cristi Puiu’nun durağan bakışı keyif veriyor.

Kuma’dan sonraki ikinci filmi Risse im Beton (Betondaki Çatlaklar) ile Umut Dağ bu kez erkeklerin merkeze alındığı bir mikro-sosyolojik öykü anlatıyor; yönetmenin Avrupalı bakışından gelen duru anlatımı kılçık barındırmasa da, Avusturya’daki göçmenlerin varoş cemaatini çekirdek baba-oğul ilişkisi eksenince inceliyor olmak dışında, işlediği alışıldık hikayeye yeni bir bakış kattığını söylemek zor.

Işıltılı bir salon, iyi genler, üst üste binen gülücükler. Återträffen (The Reunion) twistini orta noktasında yapan bir intikam hikayesi. Kişilik özellikleri yüzünden okul hayatı boyunca dışlanan Anna Odell, davet edilmediği buluşmaya gitmiş olsaydı neler olabileceği üzerine bir kurmaca film yapar ve bunu okul yıllarında kendisine kötü davranmış olan arkadaşlarına izletir. Bu kez “gerçek” karakterler, tıpkı Anna’nın filminde arkadaşlarını ona neden kötü davrandıkları konusunda sorguladığı gibi, kendilerini canlandıran oyuncuları saldırganca sorgulamaya girişir. Kişinin kendine yönelen bakışını bozmanın rövanşı alınırken, bahçelerle çevrili huzurlu İsveç evlerinin üzerinde salınan kamera, huzurun görünümde olmadığını ima eder.

Beklenmedik değil: İzleme deneyimini diğer insanlarla paylaşmaktan hoşlanmayan biri olarak her geçen sene, festivale ilgim de azalıyor. Fakat bunda aslan payı benim mizacımda değil, festivalin hissiyat kaybında. Festivalle tanıştığım Emek Sineması'nı artık ancak hayal meyal hatırlayabiliyorum ve bu anımsamalarda, fuayenin her yanında Lale Kart satılıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder